Yurdumun dışına adım adım çıkmaya hazırlanırken, içinden baya zor çıkılabilecek düşüncelere daldım... Kendi kendime 'Neden?' sorusunu sorma sıklığım ve bu soruyu cevaplama çabalarım günler beni ayrılma zamanına yaklaştırdıkça daha da artmakta.
Fakat sanırım taşlar, saat be saat, gün be gün, yerine oturmaya başladı.
Sevgili okuyucum! Yanılıyorsun! Kuantumdan, NLP'den, Secret'tan bahsetmeyeceğim bu sefer. Sonraki postlarımın konusu olabilir belki, zannediyorum olacaktır da.
Yazım elbette tarih ve biraz boya kokacak!
Sadistçe 'Neden?' ini sorma sırasını sizlere bırakıyorum... Devam ediniz...
Yerine oturan taşlardan birini sunayım dedim...
Galiba her şey esrarengiz sayılabilecek bir sanat eserinin 'ben' de açtığı sonu görünmeyecek bir tünele bile isteye girmemden sonra başladı.
Eski takipçilerimin daha bir farkına varacağı tasarımı yenilenen blogumun başlarında da dikkatinizi çektiğini varsaydığım;
"İnci Küpeli Kız"
Çoğumuz belki küçük de olsa bir fikre sahibiz bu sahiden boyutça küçük ama etkisi aksine çok mu çok büyük eser hakkında. Zira çerçevesiz bırakıldığında kalan 44.5 x 39 cm lik bir yağlı boya.. Fakat bence hem "Mona Lisa"'dan hem de ünlü National Geographic fotografı "Afgan Kızı Şerbet"'ten bir adım önde.
Etkileyici bir hikayesi, evrendeki en derin ve masum bakışları, saflık, mahçubiyet ve utancı kalbinizin tam orta yerine anında işleyen tavrı...
Tüm bu özellikler isminden de açıkça anlaşılacağı gibi odak noktası olan tek inci küpesinde gizli..
İyi resim yapabilme yetimi farkettiğim ve bu benzersiz tablodaki yaşanmışlıklara şahit olduğum andan beri 'ben'dekileri de içine katarak ortaya çıkacak olana merakım gün geçtikçe çoğaldı. Önce renksiz halini meydana getirdim. Hala renklisini yapmaya cesaretim olmadığından olabilir.
Yazımın da desteğiyle umarım ki sizlerde de iyi bir izlenim bıraktı.
Başlarda bahsettiğim meseleye dönecek olursak, sanırım kuantum bundan sonra başladı.
Senelerce içinden çıkamadığım bu kadar duygu yoğunluğundan mütevellit, işte şimdilerde artık ben bu tablonun asıl yaratıcısının memleketine doğru yönelmişim meğer.
Aslında onun hakkında izlediğim ve okuduğum kadarından fazla bir bilgiye sahip değildim. Yazmadan önce biraz daha fazla donanmış bulundum. Birlikte filizlenelim diye...
Soyismiyle aklımızın bir köşesinde gizlenmiş olan Johannes Vermeer 1630'lu yıllardan 1670'li yıllara kadar zoraki sürdürebildiği kısa hayat çizgisinin uzun kısmını aynı kent içinde çizmiş.
Hollanda'nın Delft kasabasında bir hayli kalabalık ailesine bakmakla mükellef olan Vermeer, eserlerini sanat koleksiyoncularına satarak geçinmekteymiş. Aile fertlerinin çokluğunu 'bir hayli kalabalık' olarak nitelememin sebebini sıradaki cümleden sizler de eminim anlayacaksınız. Eşinin doğurduğu on dört çocuktan on tanesi hayata tutunmayı başarabilmiş.
O dönemde Fransa'nın Hollanda Cumhuriyeti topraklarını işgali, aynı zamanda İngilizlerin açtığı savaş ve Almanya'nın da bu yıkımı siyasi yönden desteklemesiyle dört bir tarafı kuşatılmış ve ekonomisi çökmüş ülkede Vermeer'in cinnet geçirmesi kadar doğal ne olabilirdi. Finansal baskıların yıprattığı bünyesi 43 yaşında pes etmiş.
Yinede, yaşamı boyunca, zengin 'Klavsenin Yanında Oturan Kadın' dan fakir 'Süt Boşaltan Kadın' a kadar toplumun her kesiminin hane içindeki günlük sıradan hayatlarını resmetmeyi tercih etmiş.
Kısa hayatının özlü, heyecanlı ve dram dolu küçük bir kesitine, o gözlerdeki masal tadında büyülü serüvene, en bilindik eseriyle aynı adı taşıyan "Hollanda'nın Mona Lisa'sı" lakaplı 'İnci Küpeli Kız'a ( The girl with a pearl earring) bu sefer de seyrederek yahut romanının sayfalarını çevirerek tanık olmanız mümkün, olmalısınız...
İçimizi dışımızı sanat tarihi ve entellektüaliteyle doldurduktan sonra ilgili bir fragmanla kendimizi aşalım, taşalım...
Evet! Reankarnasyona inanıyorum! Acaba Vermeer içimde mi yaşıyor?! Şehrime, kasabama şimdi geri mi dönüyorum?!
Boşver!
Yakın zamanda kime göre uzaklarda, kimine göre yakınlarda, orda-burda tekrar görüşmek dileğiyle...